“Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nün geçtiğimiz Nisan ayında Serkan Keskin ve Serdar Biliş imzalarıyla bir kez daha tiyatro sahnesine çıkması elbette çok cazibeli bulundu. Saatler Kolektif yapımı oyun, bu sezon takvimini oluşturdu bile. Oyun, prodüksiyon tiyatrolarının son dönemde neredeyse sadece “ünlülüğe” sırtını yaslayan yaklaşımlarının tersine, oyunculuğa ve reji fikirlerine sıkı sıkıya bağlı kalmayı seçmiş. Bu nedenle bizi bir çeşit “tutamıyorum zamanı” çağının ortasında “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” ve tiyatro için vakit ayırmaya davet etmenin Ahmet Tanpınar’ı da eğlendiren türden bir ironi olduğunu düşündürüyor, bu kısmı pekâlâ.
“Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nün sahnedeki bu yeni yorumunda tercihen mi bilmiyorum ama modernleşme eleştirisini aşan katmanlarının da okurun/seyircinin fark etmesini sağlayan bir şeyler yakalanmış. Buradaki deneyimin Serkan Keskin’in oyunculuğuna dair de bir parafı var; sanatçının bir süredir komedi performanslarını “benzer” şekilde sergilemekten kendini sıyırması gibi. Yeniliklere, tazelenmelere, vefaya çıkan kapılarıyla bu sahneleme Saatler Kolektif, Serkan Keskin ve Serdar Biliş’le tüm ekibin Ahmet Hamdi Tanpınar’a ve romana inançlı bir selamı gibi izleniyor.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın 1954 yılında kaleme aldığı ve 1961 yılında yayımlanan çetin eseri ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’, 2 dünya savaşının ardından radikal bir rejim değişikliğinin karın ağrılarını çeken, hem yeniye heyecanlanmış hem eskiyi neresinden tutup neresiyle vedalaşacağına karar verememiş bir toplumun; sermayesinin yeni biçimlenişine, zamanımızın elimizden alınışına, yine buna paralel kültürel çatışmaların, bazı insani çözülüşlerin, varoluşsal zaafların karanlık ve komik izahına varan skalası geniş bir roman. Bana kalırsa şimdiki zamanın 50’lerde yazılmış distopyası gibi.
Hayri İrdal karakteri üzerinden sistemin “makbul insanı”, “çalışmadan para tokatlamayı”, “var olmayan” hizmetleri satmayı; “benim memurum işini bilir” lafının bir nevi tarihsel arka planını da eğlenerek verir. ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’, anti kahraman mı yoksa kahraman mı olduğu konusunda bile kafamızı karıştıran Hayri İrdal’ın kendi çocukluğundan hikayelerin ve karşılaştığı onca karakterin peşinde sürükler okuyucuyu. Oyun da bunu yapıyor, nefes nefese de bırakıyor. Hayri’nin saatlere olan takıntısı büyüdüğü evdeki Mübarek adlı saatle başlayan öyküsü, simgesel ve imgesel türlü çeşitli anlatıyla yeni kurulan bir ülkenin içselleşmemiş değişme telaşını, bazı çelişkilerin belirgenleşeceğinin sinyalleriyle aktarır. Tanpınar episodelar halindeki romanında bütün bunları küçük insan hikâyeleriyle örer. Oyun da episodlar halinde ilerliyor ve romanın bu girift yapısıyla pek çok teknolojik kaynağı kullanarak sağ salim çıkıyor. Çünkü metnin içindeki onlarca karakteri, çelişik duyguyu Serkan Keskin’in üzerine bina ediyor. Romanda başka başka Hayri İrdal’ar, onların etrafında konu komşu, esnaf eşraf, usta çırak onlarca karakter var malumunuz. Bölünmüş Hayrilerle bölünmüş karakterlerle onlarca role girip çıkıyor Serkan Keskin de. Bütün bunları yaparken sahnede soyunuyor, giyiniyor, peruğunu çıkarıyor, bıyığını yapıştırıyor, makyajını siliyor, yapıyor… Zamanla uğraşan bir anlatının zamana karşı koşan oyuncusu oluyor. Sahnede onca karakterle baş etmek durumunda olan yalnız bir oyuncu resminin ardındaysa adımların ince ince tasarlandığı bir reji organizasyonu da kendini belirginleştiriyor.
Sahnenin içinde elips şeklindeki aynanın önünde duran oyuncuya, raylı bir sistemin üzerinde hareket ederek ulaşan bir dekor tasarımı var. Bu fikir oyuncunun sahiden uzvu oluyor aynı zamanda metnin/oyun zamansal geçişinin de simgelerinden oluyor. Bu mekanizma her karakter değişiminde hareket ediyor; dekor, kostüm, aksesuar taşıyor; bazen yürüyüş bandı, bazen mahkeme kürsüsü, bazen karyola, bazen yemek masası olarak şekil alıyor.
Sahnenin ortasında konumlandırılmış elips şeklindeki aynanın önünde kendisi ve gölgesiyle akrep ve yelkovan görüntüsü gibi şık ışık hareketleri tasarlanmış. Işık da bu tek kişilik Tanpınar, Hayriler ordusunun yardımcı oyuncularından bir diğeri gibi. Elips aynanın kerameti oldukça fazla. Yine kronolojik geçişlerin ve bilinç akışının önemli simgeleri orada beliriyor. En başta tik tak tik tak atan saatimizin bizzat kendisi oluyor. Ayna episodeların video olarak önceden kaydedilmiş kesitlerinin de bize gösterildiği ekran oluyor. Teknik olarak çok estetik fikirlerle sahneye gelen bu görüntülerin çekim ve kurgularının sahnedekilere göre biraz “parodileşmiş” olduğunu düşünüyorum. Ancak Serkan Keskin’in dramasından, trajedisine, şivesinden farklı yaş özelliklerine kadar hiçbir şeyin komedisini de melankolisine de kolayına kaçarak candalandırmadığını vurgulayalım. Bu bakımdan oyuncunun videodaki suretiyle sahnede pinpon oynadığı sahneyi kesinlikle imliyorum. Türkiye’deki çağdaş sahne tekniklerinin kullanımına dair seyir deneyimimiz gelişkin sayılmaz hâlâ. Çünkü ya kısıtlı imkanlarla sahneye gelen uygulamalarını seyrediyoruz ya da sponsorlu bir işse teknik olanaklar ve “popüler” isimler garantör sayılarak tiyatral unsurların es geçildiği örneklere rastlıyoruz. Oyun bu handikapları aşabilmiş görünüyor. Oyuncunun aynada görünen -daha önce çekilmiş videodaki- karakterle sahnede eş zamanlı oynarken diyaloğa geçmesi şizofrenik bir estetik de kuruyor. Aynanın işlevselliği Hayrinin kafasının içindekileri yansıttığı sahnelerde daha etkileyici bir dile dönüşüyor; onun zihninin bulanıklığı bir ebru çalışması ya da bir resim formuna dönüşüyor ya da bilinç dışı ve ona bağlı rüyalarının yansıması, bazen de içindeki sesin görüntüsü orada görmek sinemadaki büyülü gerçekçi dile de göz kırpıyor. Terapi seansları ve rüyaların aynadaki aksi ile dikkat çekici görsel imajlar yaratılıyor. Tuluğ Tırpan’ın müzikleri de dekor ve ışıkla yardımcı oyuncu rolünü paylaşıyor. Oyuncunun tek kişilik çoklu performansında nefes almasına, yutkunmasına ve aynı anda ritmin kaçmamasına katkı sunuyor.
Oyun, metne göre görselleştirme avantajını kullanırken romanın duygusal ve düşünsel derinliğinde kaybolmayıp sadeleşmeyi oradaki nüansları yitirmeden yapabilmiş. Özellikle Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kıymetinin ve zamanında doğru anlaşılamamasının -ki bu neden gerçek yaratıcıların başına her dönemde gelir diye düşünmeden edemiyor insan- edebiyat tartışmalarına konu olduğunu hatırlayabilirsiniz. Bense romanın bugüne dair bir kehanet olması üzerinde oyunu izlerken daha fazla durdum, yani belki de yazarı bugün doğru anlamak daha olanaklı. Sanırım vefanın artık nostaljik bir duygu, paranın en geçerli hukuk, popülizmin makbul, şöhretin sahte ve bütün saatlerin kurulu olduğu bir zamandan dönüp bakmak yazarın ironilerinin içindeki simgelere daha kolay ayıktırıyor bizi!
Siz de düşünsenize alarmlar, hatırlatmalar, sürekli bir yerlere yetişmeler, mutlaka geç kalmalar, kol saatlerinde nabızdan saate, saatten nabza anksiyeteler, asla yeterli uzunlukta olmayan ve aslında bize ait de olmayan, paramızı verene feda ettiğimiz; sevdiklerimizi, meraklarımızı, heyecanlarımızı sığdıramadığımız bir o kadar “değerli zamanımız”… Haksız mıyım bu roman sadece saat metaforu üzerinden bile düşünsek Ahmet Hamdi Tanpınar’ı gerçekçi bir kâhin de yapmamış mıdır! Bizden çalınacak zamanımızın, saatlerle sömürünün organize edilmesinin, iş gücünün konsolide edilmesinin, bu yolla insanın çürütüldüğü, yalnızlığa boğulduğu, yavanlaşan, uysallaşan sonuçtaysa yaşamına yabancılaşan görüntüsünü de aktarmamış mıdır roman! Güneşin doğup batışının insanın çalışmaya başlayıp çalışmayı bitirmesi dışındaki tüm ifadeleri bile kıymetini yitirmişken “Saatleri Ayarlama Enstitüsü bize başka neler anlatıyor?” sorusunu oyun aracılığıyla düşünme fırsatını kendim için geniş geniş kullandım doğrusu.
Şimdiye kadar roman üzerinden bu görüşlere pek varılmamış olunsa da edebi, siyasal ve felsefi tartışmalara, araştırmalara, keşiflere koca bir saha açan “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” başka iki okumayla çokça imlenmiştir. Bunlardan ilki romanın şark garb çekişmesi ve daha çok “batının ilericiliğine” muhafazakâr ama haklı eleştiri olarak okunması, diğeri saatler hakkında -ki o da bu savı destekleyen tek bir imgeymiş gibi anılarak- Türkiye’nin alaturka saatten alafranga saate, yani ezanî saatten Greenwich saatine geçmesi meselesi üzerinden yapıldı. Oysa “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” roman tekniği ve dili ile de felsefi ve siyasal öngörüsüyle de yukarda da bahsettiğim uzamlarıyla “dahası”dır, ironik romanın Türkiye’deki ilk örneği olarak anılır örneğin. Armağan Ekici K24’te yayımlanan yazısında, “Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’yle, Türkiye’nin alafranga saate geçmesiyle değil, bambaşka bir şeyle dalga geçiyor: endüstrileşen dünyanın ve bürokrasinin tüm ilerleme, iktisat ve ekonomik verimlilik retoriği içinde, saçmasapan, hiçbir gerçek ihtiyaca karşılık vermeyen bir kurumu bile yıllarca sürdürebilmesini hicvediyor. 1954’te kitabı tefrika ederken ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün lüzumsuzluğu, her gün radyodan memleket saat ayarı alabilen okurları için aşikârdı; bizse, bugün, dönemleri karıştırdığımız için, kitaptaki vurguları da karıştırıyoruz” diyerek esere ve yazara dair önemli yerlerin altını çiziyor. Oyundan çok kopmak istemiyorum ama Armağan Ekici’nin bu yazısındaki vurguları hem yazarın hem romanın verili olanlardan öte görüntüsünü aramak ve “dahasını” tartışmak için ufuk açıcı buluyorum. Umarım oyun vesilesiyle buraları da güncelleriz.
Oyundan biraz da Ahmet Hamdi Tanpınar’ın gözünden bahsetmek isterim. “Nasıl yani?” diyeceksiniz haliyle, “Belki de şahsiyet dediğimiz şey bu, yani hafızanın ambarındaki maskelerin zenginliği ve tesadüfü, onların birbirleriyle yaptığı terkiplerin bizi benimsemesidir” diye yazıyor Ahmet Hamdi Tanpınar ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde anımsarsanız. Ben bu satırları yeniden okuduğumda Tanpınar, oyunu seyredip böyle özetleyebilirdi gibi garip şeyler düşündüm. Bu konuda düşünmenin de ironik ve tekinsiz yanları var sanırım. Hilmi Ziya Ülken de eserin çetinliğine ve tekinsizliğine dair şöyle bir not düşüyor mesela, “Saatleri Ayarlama Enstitüsü bir roman olarak direkt insan içindir ve ihtiyacı olan herkese muazzam bir hakikati muazzam bir neşe içinde sunmaktadır bugün de. Hiç ama hiç yabancısı olmadığımız, kadim ve kısa bir hakikattir bu: Nosce te ipsum!” Ve Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yeni Türk Edebiyatı Dr. Nilgün Kâtipoğlu da ekleme yapıyor bu konuda: “Nitekim roman hem tasavvufi bilgiye göndermeleriyle hem de modern psikanaliz yöntemiyle ‘Nosce te ipsum’ hakikatine yavaş yavaş kapı aralar.”
Bence Serkan Keskin ve Serdar Biliş için de bu sahnelemedeki en tekinsiz yer burasıydı. “Muazzam bir hakikati muazzam bir neşe içinde sunmak” çok bıçak sırtı olsa gerek; sorguladık, güldük. Elinize sağlık!
Ne zaman izleriz:
17.09.2023 Pazar / 20:00
Zorlu PSM / İstanbul
18.09.2023 Pazartesi / 20:30
Zorlu PSM / İstanbul
28.09.2023 Perşembe / 20:30
Atatürk Kongre Kültür Merkezi / Bursa
08.10.2023 Pazar / 20:00
Zorlu PSM / İstanbul
29.10.2023 Pazar / 21:00
Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava
Künye:
Yazan: Ahmet Hamdi Tanpınar, Yöneten ve Uyarlayan: Serdar Biliş, Sahne ve Kostüm Tasarımı: Gamze Kuş, Görüntü Yönetmeni: Ahmet Sesigürgil, Müzik: Tuluğ Tırpan, Multimedya Tasarım ve Prodüksiyon:, Illusionist, Işık Tasarımı: Cem Yılmazer, Ses Tasarım: İzel Baybars, Ogün Kayıkçı, Başar Yurtcu, Yardımcı Yönetmen: Serin Öztoprak, Ekremcan Arslandağ, Metin Düzenleme: Ülkü Oktay, Oyun Asistanları: Ahmet Kahvecioğlu, Oğuzhan Altıntaş, Mert Yılmaz Yıldırım, Onur Erdemir, Berke Şenel, Sanatçı Asistanı: Sibel Altan, Dekor ve Kostüm Sorumlusu: Onur Uğurlu, Kostüm Şefi: Özlem Turgut, Sahne Amiri: Emir Yalkı, Dekor Üretim: Metin Gümüşoğlu (Kibele Dekor), Dekor Teknik: Zeki Küçük, Yapım: Saatler Kolektif, Uygulayıcı Yapımcı: Gülgün Dedeçam, Yardımcı Yönetmen: Efe Can Yıldız, Makyaj Tasarımı: Reyhan Okumuş, Peruk Tasarımı: Oya Ballıkaya, Hareket Düzeni: Büşra Firidin, Focus Puller: Armağan Gündüz, Yasin Bayşeker, Kamera Asistanı: Emre Baş, Kamera Stajyer: Eylül Akkaya, Işık Şefi: Hakkı Yazıcı, Kadir Yazıcı, Süleyman Öztürk, Best Boy: Hakan Altunkök, Işık Asistanı: Ahmet Gökdeniz, Selçin Çelebi, Set Amiri: Hasan Kesici, Ses Teknisyeni: Tuna Güler, Boom Operatörü: Oğulcan Geçit, DIT: Yusuf Arık, Hakan Erten, Video Asistanı: Burak Yalçın, Oktotech Prodüksiyon Asistanı: Berke Şenel, Kurgu Operatörü: Ulaş Mert Şimşek, Illusionist Tasarım Ekibi, Multimedia Yönetmeni: Eray Taşpınar, Proje Koordinatörü: Doğa Kurtuluş, Lead Compositing: Furkan Alabaş, Realtime VFX: Çiğdem Güler, Görsel Tasarım: Emrecan Akyolcu, Proje Asistanı: Melike Tarakçı, Compositing: Abdullah Kaan Giyik, Ömer Bulut, Stüdyo: Orion, Işık ve Kamera Teknik Supervizor: Ozan Özgür Arıcan, Yaratıcı Ajans: TBWA/İstanbul, Özge Güven, İlkay Gürpınar, Grafik Tasarım: Özge Güven Animasyon: Mahmut Kalyoncu, Fotoğraf Prodüksiyonu: Fotosanayii, Fotoğraf: Burcum Baygut, İletişim Danışmanlığı: İletişim Deposu, Sosyal Medya İletişim: Emirhan Savaş, Destekçiler: BetaLand Audiovisual, Semaver Kumpanya, Fotosanayii, Mattestudio, Yasemin Özbudun.